KÜÇÜK PRENS’LE “İNSANLIĞIN ÇOCUKLUK TARİHİNE YOLCULUK

(BİR DEĞERLENDİRME)

Dr. Müyesser GÜNER
Küçük Prens adlı yapıtta yazar, Antoine de Saint Exupery, insanın varoluşunu içten kuşatarak, çocuk ve yetişkin gerçekliğini anlamlarla ördüğü evrende, akıl vermeye çalışmadan ve aba altından sopa göstermeden sunar. Okuyucusunu düşündürür; düşündürürken bir yandan onun hayal gücüne seslenir, öte yandan da onu kendi gerçekliğini tanımaya ve kendisiyle yüzleşmeye çağırır. Yarattığı anlam evreni, topluma, “egemen çocukluk ve insanlık anlayışına”, sisteme, duyuşsal gelişimi önemsemeyen “uygarlığa” ve kalıpçılığa karşı estetik bir başkaldırı ve incelikli bir eleştiri; yeni düşünsel açılımlara kapı aralayan bir varoluş metnidir.
Dönüştürümlerle ilerleyen öykü, insanı hayatı üzerinde düşünerek özeleştiriye zorlar; olayları ilişkilendirmeyi, yeni kavramlara ulaşmayı sağlar.
Sezdirdiklerine gelince: “Çocuk ve yetişkin dünyası birbirinden farklıdır; öyle ki hayalleri, hayata bakış açıları, soruları, hayatı kavrayışları ayrıdır. Büyüdükçe hayaller çoraklaşmakta; içine doğduğu kalıplara ayak uyduran insan, artık sorgulamadığı yaşamını önyargılarıyla yönlendirmektedir. Dıştan ve yüzeysel yaşanan yıllar, çocuklarla ve çocukluklarıyla aralarına çoktan kalın ve yüksek duvarlar örmüştür. Çocukların hayal gücünü dikkate almayan, duyuşsal gelişimi önemsemeyen anlayış, yalnızca bilişsel gelişimi öncelemektedir; sanatı değil. Bir yetişkin için birini tanımak, onu etiketlemek anlamına gelmektedir; yoksa o insanın iç dünyasına eğilmek değil: “…..Yoksa ben de yalnız rakamlarla ilgilenen büyükler gibi olurdum….” (9 )

“Hayatında hiç çiçek koklamamış, yıldızlara hiç bakmamış, kimseyi sevmemiş. Toplama işlemlerinden başka bir şey yapmamış. Bütün gün, o da senin gibi: “ciddi adamım ben! Der durur.Bununla da övünür. İnsan mı o? Mantarın biri!….” (9, s:27)
Var olmak içtenlikle gülebilmek, kendisi için anlamlı olan şeyi gerçekten istemektir.
Boabablar, hiç zaman kaybetmeden karşı çıkılması gereken sömürgeci, yayılmacı anlayışın simgesidir.
Somut olaylardan yola çıkarak bilgiye ulaşılır: Örneğin bir çiçeği tanımak demek, onun büyüme sürecini gözlemleyerek ayrıntıları öğrenmek ve dünyasını anlamaktır.
Küçük Prens, insanlığın tüm duyuşsal gelişim özelliklerini sırtına sarmıştır. İçinde neler yoktur ki! Sevgi, pişmanlık, utanma, çocukluk, üzüntü, iktidar hırsı… Sonuçta anlarız ki aslında herkesin yapabileceği bir şey vardır; bunu gerçekleştirmek için bir hükmedene gerek yoktur. Her canlının kendine ait bir gücü vardır; önemli olan bunun farkında olmaktır. “Ama bir kralın parmağından bile daha güçlüyüm, ben, dedi yılan.”(9, s:58).
Yaratılan tilki, yılan imgesi düşündürücüdür: “Doğadaki her canlı biriciktir ve kötü değildir; çünkü kendi doğası içinde değerlidir ve yaşam hakkı vardır. İnsan ruhunun zayıf yönlerini de ortaya koyarak kavramları tartışmaya açar. Güzellik, zenginlik, yararlı olmak, farklılık, insanlık… Her insan ayrı bir bakış açısına sahiptir.
Kavramlar birbiriyle ilişkilendirilerek -bağ kurmak, tanımak, mutlu olmak, görmek, insanlık- düşünsel bir bütünlük içinde ete kemiğe büründürülür.
Bağ kurmak, birbirine ihtiyaç duymaktır; hayatı aydınlatır.
855
“-İnsan evcilleştirdiği şeyleri tanır, dedi tilki. İnsanların bir şeyi öğrenmeye ayıracak vakitleri yok artık. Her şeyi satıcılardan hazır alıyor. Arkadaş satan satıcı olmadığından, insanların arkadaşları da olmuyor. Sen eğer bir arkadaş arıyorsan beni evcilleştir!”(9, s:67)
“Görmek”: “Asıl olan gözlerle değil yalnız kalp gözüyle görülür.”
“Sevdiğine vakit ayırmayı ve ona sorumlu olmayı unutan insan, arkadaş edinmenin güzelliğini ve mutluluğunu yaşayamıyor.”
Okuyucuda yeni algı alanları açar.“Çölü güzel yapan, dedi Küçük Prens, bir yerlerde bir su kuyusu saklıyor olmasıdır.”(9, s:76)
Güzel, göstermelik olmayan şeydi.
“Şu gördüğüm şey kabuk sadece. Esas önemli olan görünmüyor…”(9, s.76).
Önemli olan görünen değil, hissedilendi. İnsanlar artık ne aradığını bilmeyen kalabalığa dönüşmüştü. Ölüm bir şiddet öğesine ya da duygu sömürüsüne dönüştürülmeden anlamlandırılır
Küçük Prens, bir yandan okuyucunun hayal gücüne seslenirken öte yandan yeni düşünsel açılımlar sağlayıp kavramlar üzerine beyin fırtınası yaratır. İnsanı kendi aklını kullanmak için cesarete davet ederken çocukların duyuşsal gelişime katkı sağlayacak bir kitap olarak da “100 Temel Eser “ arasında olmayı hak eder.
İnsanın anayurdu Jorge Amado için çocukluğudur; oysa Gogol’un Taras Bulba adlı öyküsündeki duygulu Andrey için yurt, “ruhunu saran, onu sarıp okşayandır.”
Çocukluk kavramı ile çocukluk anlayışı arasındaki çizgiyi iyi koymak gerektiğini söyleyen Prof. Dr Bekir Onur, emek anıtı Türkiye’de Çocukluğun Tarihi (İmge Kitabevi, 2005) adlı yapıtının “Giriş”inde, her toplumda “çocuk” kavramı olmasına karşın “çocukluk” anlayışının toplumdan topluma değiştiğini söyler; çocukluğun tarihi ile ‘oyun ve oyuncakların tarihi’ arasındaki yakın ilişkiyi; günümüzde eksik olanın çocukluk duygusu değil çocukluk bilinci olduğunu; “çocukluk bilinci” kavramının, çocuğu sevmenin ötesinde, çocuğun gelişimi için yapılması gerekenlerin bilgisini içerdiğini; temel sorunsalsalın çocuğu “yarına hazırlama anlayışında” saklı olduğunu enine boyuna anlatır, konuya bir ömür adamış olmanın coşkusuyla. Aynı kitabın “Giriş”inden alıntılanan şu satırlar bugüne, yani “uygar” dünyaya bir ayna tutması açısından çarpıcıdır:
“….Jenks, çocukluğun sosyolojik açıdan anlaşılmasında en önemli noktanın, çocuğun her zaman toplumsal denetimin zeminini oluşturduğu gerçeği olduğunu vurguluyor. Jolibert’e(1981) göre bu denetim eğitim aracılığıyla gerçekleştirilmek isteniyor.O yedinci yüzyılda eğitimin herkes için zorunlu olduğu düşünülmeye başlanıyor; ancak bu eğitim gerçek bir öğretim olmaktan çok özünde dinsel bir eğitimdir, amaç iyi Hıristiyanlar yetiştirmektir: “Eğer çocukluk gitgide ilginç oluyorsa bunun nedeni, çocukluğun, geleceğin toplumuna ideolojik olarak egemen olmak amacıyla yapılan bir iktidar savaşımının yeri olarak görülmeye başlamasıdır .”(s.26)
Oyun oynama şansı iyice azalan çocuklar için yuvaların bile akademik hırs odaklarına dönüştüğünü anlatılır:
“ …..günümüz çocuklarının en önemli özelliğinin “ acele ettirilmiş bir çocuk olmak” olduğunu belirten Elkind için, acele etme çılgınlığına karşı en etkili araç oyun olduğu halde, Amerikan toplumunda oyun da işe dönüştürülmüştür. Özünde eğlence olan her şey günümüzde ticarileştirilmiş ve yarışma konusu haline gelmiştir. (…..) Çocukların yaşamları dolu, ama avlular,kaldırımlar, ağaçevler boş.(….) Ama böylece gerçek dünyayı sadece yetişkinler, okul ve televizyon aracılığıyla tanıyabilen “kurumsallaşmış” bir çocukluk doğmuştur.”
Çocukluğun biyolojik bir sınıflandırma değil toplumsal bir kurgu olduğunu söyleyen Neil Postman, okuyucusuna Çocukluğun Yokoluşu (Çev:Kemal İnal, İmge Kitabevi Yayınları, 1995) adlı yapıtının “Altı Soru” bölümünde, bugün Amerikan toplumunda “Çocukluğun Çöküşü, Amerikan kültürünün genel bir çöküşü anlamına mı gelmektedir”, diye boşuna sormaz.
Elinin altında var olan her türlü olanağa karşın düş gücü ve hevesi körelmiş bilgisayar kültür endüstrisinin güdümünde bir gençlik mi; yoksa kendine “yaşam başarısı olarak” insani değerleri içselleştirmeyi, “bütünlüklü insan olmayı” önemseyen, tutuculuğu ve bağnazlığı, içine doğduğu dayatmaları sorgulayacak bir gençlik mi?
856
20. yüzyıl can çekişen insanlığın çağı oldu. 21.yüzyılsa “robot-insan”a ya da “yok-insan”a pupa yelken gidişin çağı. Anlaşılan o ki amaçlanan insan tipi sorgulamayan, merak etmeyen, duygusuz ve duyarlılıkları güdümlü ve özüne yabancılaşmış iyi bir tüketici! Ne yazık ki bu, bir komplo teorisi değil, içinde yaşadığımız gerçeklik! Artık içinde bulunduğu dünyayı kavrayamayan insan akıl yürütme, karar verme yetisini, en acısı da utanma ve sevme duygusunu hızla yitirmektedir. Bir yaşam öznesi değil, nesnesi konumuna dönüşmekte; kolayca yok edici, sorgusuz bir ölüm makinesi ya da feda kültürünün fitili olmaktadır. İnsanın en büyük gereksinimi olan sevgi, şiddetin en güçlü panzehiri iken, sevginin olmadığı bir dünyada şiddetle nasıl baş edilebilir? Şiddet kültürü, insanı, bir başkasının yaşam hakkına saygı duymayan bir varlığa dönüştürürken elbette yaşama sevincini de alıp götürecektir. Bugün “Teknolojik kölelik ve sözde uygarlık şiddeti” en üst noktaya varmış; dünya yeniden orta çağı yaşamaktadır. Bütün evrensel değerleri tehdit eden küreselleşme, ki onu şiddet kültürü diye tanımlamak daha doğru, insanın tarihsel bilincini yok etme, umutsuzluk ve geleceksizlik içinde bir dünya yoğurma, yeni haritalar, yeni savaşlar peşinde olduğu için tezgahladığı, doğurduğu ve yeniden gebe olduğu da şiddettir! Açıktır ki, bu, kontrol altına alınamayan bir kanserleşmedir. Sonuç: “Sanal gerçeklik şiddetine” teslim olmuş, duyguları körelmiş yalnızca yarışan, yok eden, kafası karışık, “her zaman güçlüden yana tavır alan insan!” Akıl yürütmesini bilmeyen insandan düşünce üretmesi beklenebilir mi? Günümüzde şiddet olgusu çocuk için de yetişkin için de aslında farksızdır. Bu dayatmacı şiddet kültürü ortamında eleştirel okuma, yaratıcı düşünme, eleştirel akıl -biri ötekinden bağımsız olmadığından- elbette yeşeremez.
Toplumu “tüketici yığınına” dönüştüren küreselleşme, çocuk kültürü ve çocukluk üzerinde ne yazık ki çok etkilidir. Kendine sunulan sanal gerçekliklerle doyuma ulaşan, kendine yabancılaşan insandan, ‘kendi çocukluk’ları üzerine düşünmek, çocuklarını anlamak, “geleceklerinin” bilincinde olmak, ne ölçüde beklenebilir? İnsanlık onuru yerine “kazanma ve kaybetme duygusu” geçerli olduğu piyasalar, söylencelerdeki tanrısal güçlerin yerini almıştır. Uygarlıksa, adı “ileri teknolojik gelişmeler” olan bir kapandır.
Tüketim nesnesi olarak çocuk ve çocukluk
“Yeni bir karanlık ortaçağa” yuvarlanan dünyada “tüketim nesnesine” dönüştürülen “çocuk” üzerine bir endüstrisi kurulmuştur. Bu dayatma “çocukluğu olmayan çocukluk ” resmi, çocukla yetişkinlik arasındaki çizginin ortadan kalktığı televizyondan ilginçtir ki artık insanların gözünün içine baka baka, güle oynaya sunulmaktadır.
“Üç bin yıllık geçmişini hesabını yapamayan insan günübirlik yaşayan insandır.” Goethe’nin bu sözünden yola çıkarak: On iki bin yıllık geçmişinin hesabını yapamayan insan gerçekten de günübirlik yaşayan insandır.
Çocukluk, bireyselleşmenin ön koşullarının ekildiği topraktır.
Bedensel, zihinsel, duygusal ve toplumsal olarak bir bütün olan insan yaşamında gelişme belli ilkeler doğrultusundadır. Saldırgan davranışlar insanda doğuştan var olmasına karşın biliyoruz ki bütün davranışlar sonradan öğrenilerek pekiştirilir; öğrenilmiş çaresizlik de… Çocuklukta özdeşleşme süreci farkında olmadan, niyetsiz öğrenmedir. Anlaşılan o ki, çocuktaki bilinçsiz öykünme, kişilik gelişiminin özellikle dikkat edilmesi gereken yumuşak karnıdır. Öyleyse saldırgan davranışların önlenmesinde etkin bir rol oynayacak özdeşleşme süreci, toplumun “çocukluk bilinci” ne muhtaçtır.
İnsanın en büyük gereksinimi sevgi ve saygıdır, elbette çocuğun da… Sevilip sayıldığını bilmek, çocuğun kendini değerli hissetmesini sağlar; kişiliğini, benlik saygısını, kendisine güven duygusunu olumlu yönde etkiler. Kendini tanıma ve keşfetme, kişisel yeteneklerinin farkına varma ve kendine haksızlık etmeme, kendine inanma, değerli olduğunu duyumsama ve kendini ifade etme; aynı zamanda başkasına saygı duyma kişilik gelişim süreci içinde yer alır.
Özdeğer, özsaygı özgüveni yaratırsa, yaratılan özgüven temelsiz bir böbürlenme değil, anlamlı yaşama giden yol olur. Bu nedenle çocukları örseleyen, onların yeteneklerini ve gizilgüçlerini körelten ya da ketleyen her türlü yaklaşımdan kaçınmak gerekir. (2,12,18, 22)
Doğan Cüceloğlu, “İçimizdeki Çocuk: Yaşamımıza Yön Veren Güçlü Varlık” (Remzi Kitabevi, İstanbul 1993) bakın ne diyor: “Özgür bir kişiliğe değil de yapılaşmış sosyal rollere önem veren kültürlerde bireyin özbenliği önemli değildir; önemli olan kişinin toplum içinde almış olduğu roldür. ….Bu kültürlerde
857
kişinin söylediği, düşündüğü ve yaptığı arasında bir bütünleşme aranmaz. İnsanın kendine özgü düşüncesi, kendine özgü yaratıcılığı, özellikle kendine ait duygusunun önemi yoktur….”(4) Bireyi nesneleştirecek ölçüde toplumsallık elbette tehlikelidir.
Çocuğun geleceği kavramları özümseme, içselleştirme biçimlerine bağlıdır.
Edinilen bilgiyi çocuk dünyasının somut gerçekliği içinde işlemek, dönüştürerek yeniden üretmek çocuğun zihinsel alt yapısını oluşturur. Sorunları ortaya koyabilmenin yanı sıra, sorun çözücü olmak için olayları gözleme, uygulayarak öğrenme ve algılama çocuğun zihinsel gelişimini güdümlü olmaktan korur, kalıpçılığa düşmesine de engel olur. Özenti olmadan, ona yaratıcı düşünme yetisi kazandırır.
Kendi bakış açısını geliştiren genç, “Eleştirel düşünme”, yani “aklın süzgecini kullanma” aşamasını yakalar. Ancak bunun için başından itibaren çocuklara ve gençlere uygun sorumluluklar verilmesi gerekmez mi? Sorumluluklar, “kişilik gelişim sürecinin” deyim yerindeyse örsüdür; çocuğun kendini sınadığı, yanlışlar yaparak öğrendiği, kendini keşfettiği, yeni deneyimler kazanıp kişiliğini pekiştirdiği, kendini değerli bulduğu, özdenetimini kurduğu, sonra da kanatlanıp uçtuğu yer!.. “Kullandığımız organlar nasıl gelişir ve değişirse” çocukluktan başlayarak verilecek ayarınca sorumluluklar –çocuğun omuzlarını çökertmeden, daima onun özgüvenini, özsaygısını destekleyerek–çocuğun sonuçlar üzerine düşünmesini, bir yaşantı oluşturmasını sağlayacaktır. Böylece benlik duygusu edinen çocuk için, önünde yetkin birey olmanın yolu açılacaktır: Derinlikli düşünceye, farkındalık ve özsavunma bilincine sahip olacaktır.
Hayal etmek, gerçeklikler dünyasında algılayamadığımız boşlukları doldurur, onun sınırları genişletir. Birbirini besleyen, tetikleyen hayal ve düşünce dünyası çok yakındır. Düşünce dünyası bilgi, gözlem, deney, ve deneyimlerle gelişir; yeniliklere sürekli açıktır. Yeni açılan algı alanlarıyla günlük yaşam arasındaki etkileşim hayal dünyasının sınırlarını genişletir; ya da tersi olur; böylece zihninde bütünlüklü yeni düşünceler doğar.
Sorunu ortaya koyma, sorun çözme, kavram ve kavramları birbiriyle ilişkilendirerek bir bütün oluşturma, soyut düşünme doğal olarak zihinsel bir gelişim süreci gerektirir. Unutulmamalıdır ki soyut düşünme, çocukta ancak on iki yaşında gerçekleşir.
Çocuk Edebiyatı
Edebiyat yapıtı çocuğun diliyle onun gerçekliğini içten kuşatarak yaratılan bir evrendir. Çocuğa tepeden bakmadığı gibi egemen anlayışın elçisi olmayı da reddeder. Yaratılan anlam evreni gerçeği gösterme, okumaya karşı ilgi ve doğal bir öğrenme isteği uyandırmanın yanı sıra çocukta evrensel ortak duyarlılıklar oluşturur.
Edebiyatta dikkat edilmesi gereken en önemli nokta çocuk dünyasının doğallığını, özgünlüğünü dayatmacı yetişkin gerçekliğiyle bozmamak, çocuk gerçekliğini ve mantığını yetişkininkinden farklı kılan yönleri derinlikli olarak duyumsayabilmektir. Edebiyatın okuyucu için “ezber”lerin hizmetinde bir kamçı ya da baskı aracı olarak ortaya çıkması, metnin kendini dayatacağı “tekanlamlılık” bir şiddettir. Asla adil olmayan, daima güçlüden yana olan “küresel dünya”da, adaletten ve insanlıktan yana olmak için tek güç kaynağı “hak”tır. Her canlının yaşama hakkı!.. Bu bağlamda edebiyat yapıtı dayatmacı değil; ama özsavunmacıdır.
“İnsanlığın Çocukluk Tarihine” yolculuk
Eğitim, insanın kimlik kargaşası yaşamadan hem toplumsal, hem de bireysel açıdan özgür ve üretken bir birey olarak kendini gerçekleştirmesini sağlamalıdır. Temel amacı da insanı, özgür, kendini tanımaya çalışan, sorgulayan ve geliştiren üretken bir varlık haline dönüştürmek olmalıdır.
Eğitimin tarihsel kökenine yolculuk başka bir deyişle “insanlığın çocukluk tarihine yolculuk”a duvar resimleriyle başlamak yanlış olmaz. İlkçağlardaki yapılan duvar resimlerinde amaç büyü ve iletişim dışında eğitim de olmalıdır. Çocukluk kavramının ortaya çıkışı her ne kadar modernleşmeyle koşutluk içeriyorsa da, bugün Sümer eğitimbiliminden söz edilebilir. Eğitim anlayışından yola çıkarak çocukluğun izini sürebilir. Muazzez İlmiye Çığ, Kur’an, İncil ve Tevrat’ın Sumer’deki Kökeni yapıtının (Kaynak yayınları, 2006) “Girişinde” şöyle diyor: “Bilindiği gibi yüzyıllar boyunca Batı kültürünün temeli, Yunanlılara, dini de Tevrat’a dayandırılıyordu. Fakat Sümer kültürü ortaya çıkmaya başlayınca, Batı dünyasının gelişmesindeki ana kaynağın onlarda olduğu anlaşıldı.(…..) Bugün uygarlığımızın temeli olan tekerlek, bundan en az beş
858
bin önceye ait Ur kral mezarlarında gömülmüş arabalarda ve birçok kabartmada görülmektedir.(…..) Sümerlerin uygarlığa en önemli katkıları, dillerine göre bir yazı icat etmeleri ve okullar açarak onu istedikleri her konuyu yazacak şekilde geliştirmeleridir.(…..) Yunanlı Pisagor’a mal edilen Pisagor teoremi tablet üzerinde çizilmiş olarak bulunmaktadır.(…..) Sümer yazılı belgelerinin en önemli olanları edebi olanlardır. (…..) ” Sümer hukukunda aynı işte çalışan erkek ve kadına eşit ücret verilmesi de devlette düzeni sağlamak için konan yasalarda yer alır.
MÖ 3000’de Sümer okullarında iki çeşit eğitim programı söz konusudur:1- Bilimsel ve eğitici (Matematik, bitkibilim, Tanrıbilim, madenbilim, coğrafya, dilbilgisi, dilbilim, astroloji, astronomi, tıp.). 2- Yaratıcı ve edebi.
Sümer ‘de çocukluktan yetişkinliğe kadar süren ezberci sert dayatmacı eğitim, gündoğumunda başlayıp günbatımında sona ermektedir. İlerlemeci olmayan bu eğitim anlayışı öğrencilerin bireysel farklılıklarını, gereksinimlerini, yaş dönümü özelliklerini dikkate almaksızın onları kalıba sokmaya çalışmıştır (14.). Bu dönem bir bakıma ezberci eğitimin başlangıcı sayılabilir. Bu anlayış, biçim değiştirmekle birlikte bugün ne yazık ki varlığını sürdürmektedir. Çocuklar ve gençler yeteneklerini geliştirmeleri dikkate alınmadığı gibi gereksinim, yaratıcılık, sorgulayıcılık ve üreticilikleri hiç önemsenmeden, önceden saptanmış beklentilere göre davranmak zorunda bırakılmaktadır (14). Bu bağlamda yaratıcılığın kökeni yabanıl olandadır.
Konfüçyüs’e göre bilgelik çalışıp öğrenmekle, düşünmekle, çabalayarak elde edilirdi. Toplumsal ilişkiler ahlakını öneren Konfüçyüs, öğretisini devlette düzen, erdem, eğitim üzerine geliştirmişti. Çin tarihinde Konfüçyüs MÖ 551-479 ilk özel öğretmen sayılmaktadır. Bütün öğretisi ahlak temeline dayanan Konfüçyüs, ders vermekten çok her öğrencisinin kişiliğini inceler ve onlardan zihinsel derinliği olan bütünsel bir insan yaratmaya çalışırdı. Öğretmen olarak dogmatik ve otoriter olmadan yalnızca soru sorardı. Konfüçyüs öğretisinin ilkeleri iki anlamda devrimciydi: Birincisi her insanın kendiyle ilgili kararları verme hakkını ve yükümlülüğünü vurgulayarak yerleşik otoriteyi sarsıyordu; ikincisi ise -Antik Yunan’da eğitimin yalnızca soyluların hakkı olmasına karşın- zeki ve kararlı olmaları koşuluyla en yoksul, en düşük düzeyden gelenlere eğitim hakkını savunarak yönetim teknikleri üzerinde soyluların tekelini kırıyordu. Öğretisi doğal, insancıl, yalın; anahtar kavramı erdem, sevgi, yüce gönüllülük, insancıllıktı. Onun için soyluluk kişinin soyundan değil, kişiliğinden kaynaklanmaktaydı (3).
Kurallar toplumu olan Batı’ya göre doğa insan için vardır oysa Konfüçyüs’ün yaşam algısına göre insan doğayla bütünleşen bir varlıktı.
Elias Canetti, Sözcüklerin Bilinci (Çev:Ahmet Cemal, Payel Yayınları, İstanbul 1984), adlı deneme kitabının “Konuşmalarıyla Konfüçyüs” bölümünde bakın ne diyor: “….Konfüçyüs Sofist’lerin çabuk söylenen sözlerinden, sözün top gibi gidip gelmesinden nefret eder. Önemli olan, çabuk verilen yanıtın çarpıcılığı değil, sorumluluğunu arayan sözün derinlik kazanmasıdır. (….) İktidarı bağımsız bir amaç değil, topluma yönelik bir görev, bir sorumluluk sayar. Böylece de, hayır diyebilmenin ustası olur ve kişiliğini hiç bozulmaksızın ayakta tutmasını bilir. Ama bir çileci değildi. (….) Öğrenmek, Konfüçyüs’ün hiç son bulmayan mutluluğudur.(…..) Konfüçyüs’ün çok önem verdiği noktalardan biri de insanların hesapçı davranmamalarıdır; yakından incelendiğinde bu, insanların bir araç gibi kullanılmaması gerektiği anlamını taşımaktadır.(…..) Örnek insan hesapçı davranmayan insandır.(…..) Kendini öğrencilerinin isteklerine açar ve onları yanıtlar.(….) Öğrencilerinden ikisiyle bir araya geldiğinde onlara en derinde yatan isteklerini sorar, ardın da kendi isteklerini açıklar…..” (8)
Bugün Batı’nın insanlık adı altında topladığı değerlerin kaynaklarından olan Devlet’te Sokrat’ın (MÖ 469-399), Platon’un (MÖ 427-347) çocuk hakkında söyledikleri insancıl bir çocukluk anlayışına sahip olmaması açısından dikkat çekicidir. Atina’da devlet düzeninde şöyle bir sıralama vardı: Soylular, kadınlar, çocuklar ve köleler. Kız çocuklarının felsefe anlamayacağına ilişkin inanış, kadınların devlet yönetimine ve agoralarda toplantılara katılamamaları da aynı döneme ilişkindir. Batı’da on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısına kadar, kızların zeka ve kavrayışlarının yetersizliği biçimindeki inanış bu zihniyetin devamıdır. Platon altı yaşından sonra kız ve erkek çocukların ayrı ayrı büyümelerini önerir. Dinler ve düşünce tarihine bakıldığında kültür tarihinde cinsiyet ayrımcılığı hep vardır. Şölen’de sevgi üzerine konuşmalarda, kadına duyulan sevgiden, göksel değil, aşağılık sevgi diye söz edilmiştir. Aristo özürlü olarak doğan çocukların yetiştirilmesine karşı çıkmış, toplumsal rollerin düzenlenmesinde erkeklerin lehine cinsiyet ayrımcılığını desteklemiştir.(16,7,19)
859
Profesör Dr.Atalay Yörükoğlu’nun Çocuk Ruh Sağlığı (Özgür Yayın Dağıtım, İstanbul,1989) kitabındaki “Kuşaklar Arası Çatışma” bölümden alıntılanan satırlarda dönemin çocukluk anlayışının izini sürerken kuşak çatışmasının da hep yaşandığına tanık oluruz.
“Yetişkinler gençleri eskiden beri sorumsuz, saygısız, büyüklerin öğüdüne kulak asmayan ve kendilerinin doğrultusunda giden kişiler olarak tanımlaya gelmişlerdir. Günümüzün gençleri öyle umursamaz ki, ilerde ülke yönetimini ele alacaklarını düşündükçe umutsuzluğa kapılıyorum. Bizlere, büyüklere karşı saygılı olmayı, ağır başlı davranmayı öğretmişlerdi. Şimdiki gençler kurallara boş veriyorlar. Çok duyarsızlar ve beklemesini bilmiyorlar.” Bu sözler; MÖ 800’de yaşamış Hesiod adlı bir düşünür söylemiş. Sokrates de buna benzer şeyler söylemiş, çağının gençlerinden yakınmış.Gençlerin eski kuşaklarla ilgili görüşleri de tarih boyunda değişmeden kalmıştır. Erişkinler gençlerin gözünde hep geri kafalı ve tutucu kişilerdir. Gençleri anlamaya çalışmazlar.” (22)
Mehmet Yapıcı, “Bir İnsan Olarak Çocuk”, ( C. Bilim ve Teknik Dergisi, Yıl:19,Sayı:974,2005.) makalesinde “çocukluk anlayışı” hakkında bakın ne diyor :“……İlkçağlarda, çocuğun yazgısı anasının yazgısına bağlıydı. Her ikisi de kölelerden biraz daha iyi durumdaydılar. Ama bu, döve döve sakat bırakılmalarını, kurban edilmelerini önleyemiyordu. Köleci Antik Yunan ve Roma uygarlıklarında babanın aile üzerindeki otoritesi sonsuzdu. Romalı baba çocuğunu dilediği gibi cezalandırabilir, sakat bırakabilir ve öldürebilirdi. Aristo, insan yaşamında çocukluğu bir felaket olarak sunar. Ona göre çocuk aklını kullanmadığı için erdeme ulaşamaz. Bu anlayış günümüz yetişkin dünyasının kültürel ve toplumsal bilinçaltını yansıtır.
İlkçağda merkezine çocuğu koymayan bir eğitim anlayışı, ortaçağda ise kilise ve dinin egemen olduğu bir eğitim sistemi söz konusudur; ortada çocukluk kavramı yoktur.(….) 18. yüzyılın, Goethe, Voltaire,Diderot,Kant,,David Hume, Edward Gibbon’un çağı olduğunu hatırlamalıyız. Fransa’da 1639’da yayımlanan bir bildiriyle babalar kendilerine kötü davranan çocuklarını yargılamadan hapsettirme yetkisini elde ediyorlardı.
Ortaçağ çocukluk anlayışı, Hıristiyanlığın “insanın günahkar olarak doğduğu savı üzerine biçimlenmişti. Hıristiyanlığa göre yenidoğan bebek günahkardı. Bu zihniyet değişimi J. Locke’un (1632- 1704) tabula rasa ilkesiyle sarsılmaya, J.J.Rousseao’nun (1712-1778) Emil’i ile ortadan kalkmaya başladı. Sanayi devrimi ile birlikte ABD ve İngiltere gibi sanayi ülkelerinde, yoksul kesimin çocuklarının da çocuklukları yoktu….”(21)
Neil Postman’ın yapıtı, Çocukluğun Yokoluşu (çev:Kemal İnal, İmge Kitabevi,1995) “Birinci Bölüm’ündeki metinde bakın ne diyor: “…. Eski Yunanlılara ait olan kesin bir çocukluk kavramı bulmak olanaklı değildir. Örneğin, Xenophon bir erkeğin genç karısıyla olan ilişkisinden şöyle bahseder: Kadın henüz on beşinde bile değil ve mümkün olduğunca az anlayabilecek, az soru sorabilecek şekilde gayet iyi yetiştirilmiştir…. Aristo’nun yaşadığı döneme değin Eski Yunanlılarda küçük çocukları öldürme uygulamasına karşın ahlaki ya da yasal sınırlamaların olmadığını biliyoruz. Aristo bu korkunç geleneğe karşı sınırlamalar koyulması gerektiğine inanmasına rağmen bu uygulamaya karşı güçlü itirazlarda bulunmamıştır. (…..) Günümüzde bile çocukların duygularını anlayabilecek kapasiteye sahip olmayan aileler vardır.(…).” (17)
Çocuğun ve kadının ezilmişliğinin tarihi aslında birbirinden farklı değildir.
Bugün sığınma evlerine başvuran kadınların % 92’si de kendi çocuklarını dövmektedir. Aslında şiddet kültürü ile beslenen toplumumuzda buna şaşmamak gerekir.(5,23)
19.yy. ve 20.yy, başı bugünkü çocuğun çıkar ve gereksinimlerine uygun bir dönem kabul edilse bile çocukların bilişsel gelişimi siyasal sistemin hedeflerine ve gereksinimlerine hizmet edecek nitelikte olmuş, duyuşsal gelişimleri hiç dikkate alınmamıştır. Bu bağlamda edebiyatın duyuşsal gelişim açısından önemi bir kez daha ortadadır.(15) Gittikçe artan teknolojik ve bilimsel ilerlemelerle doğan eğitimli insana ihtiyaç, çocukların okula yönlendirilmesini sağlamışsa da zihinsel olarak ortaçağda kalmış sözde “uygar” anlayış, çocukluğun kendine özgü bilişsel gelişiminin yanında duyuşsal gelişimin önemini ve gereğini bir türlü kavrayamamıştır.
“Çocuk olmayan çocuklar” bize çocukluğun “yokoluş”unu haber vermektedir.
Sanayi toplumunda insanın tutum olarak tarım toplumunu, davranış olarak sanayi toplumunun gereklerine uygun yaşadığı anımsanırsa, bugün de kadının toplumsal rollerinin değişmesine karşın halen toplumda geleneksel anlayışın değişmemesi sonucu cinsiyet ayrımcılığı sürmektedir. Ancak çocukluk
860
kavramının değişmesine karşın bugün gelinen nokta insanlık açısından tehlike sinyalleri vermektedir: “Çocuk olmayan çocuklar” bize çocukluğun “yok oluş”unu haber vermekte, çocukla yetişkin arasındaki çizgi hızla silinmektedir. Bugün eğitim düzeyi yüksek aileler için çocuk, psikolojik bir değer olmasına karşın çocuğun feodal dönemde ekonomik bir değer olduğu anımsanacak olursa günümüzde de sosyoekonomik yapı zayıfladıkça durum farksızdır.(15)
Günümüzde sahte diplomatik manevralar, bireyi merkezine almayan sivil toplum örgütleri, zaman zaman ideolojik bir aygıta dönüşen eğitim sistemi bu gerçekliğe oldukça uzaktır.
İlyada’da oğlu Hektor’un ölümünden sonra Kral Priamos’un, Akhilleus’un önünde diz çökerek söyledikleri dünya durdukça unutulmayacaktır. Bu, bir “insan oluş sahnesi”dir. İktidar ve kahramanlık duygusunun, evlat sevgisinin önünde diz çöküşüdür. Eksik olan, o büyük sevginin “çocukluk bilinci”nden yoksun oluşudur.
Egemen kültürün ideolojisini aktarmanın aracı durumundaki bilgisayar oyunları şiddet doludur ve çocuklarda duygusal ve düşünsel yozlaşmaya neden olduğu; onların duyarlılıklar geliştirmesine ket vurduğu açıktır.; bu nedenle son derece tehlikelidir.
Deneysel olarak gösterilmiştir ki, bu tür oyunlar beynin bilişsel kısmını daha etkin hale getirirken duygularla ilgili bölümler kapanmakta ve insan beynini aynı şekilde tepki vermek üzere eğitilmektedir. Bu bir tür duyarsızlaştırma yöntemidir.(20)
Küreselleşmenin çocuğa ve çocukluğa bakışı
Yetkin okul sistemi ile ekonomik gelişmişlik arasında doğrusal bir ilişki vardır; ancak tam da bu noktada gelişmiş Batı’nın, gelişmemiş dünyayı niye sömürdüğü, süregelen savaşlar üzerine durup düşünmek gerekir. Hele ki Batı’da kamuoyu büyük bir çoğunlukla bu haksız politikayı destekliyorsa eğitimin ideolojik yönünü gözden geçirmelidir. Bir Afrika atasözündeki gibi, “Aslanlar kendi yazarlarını yaratıncaya dek tarih hep avcıyı övecektir.” Unutmamak gerekir ki, tarihi hep güçlüler yazmıştır, tarih güçlüden yanadır.
Ya Ortadoğulu çocuklar? Yalnızca bizim oldukça mı değerlidir çocuklar? Ötekilerin hiçbir önemi yok mu? İşte küreselleşmenin çocuğa, çocukluğa bakışının özeti!
Kanıksanan Şiddet
Günümüzde egemen kültür anlayışı içinde giderek duygularını yitiren, duyarlılıklar geliştiremeyen insan, şiddeti kanıksamaktadırlar. Küresel kültürün taşeronu popüler kültürdür. İnsanlar, bu “sözde sanat yapıtları”nı eğlendirici ve hatta zekice bulduklarını söyleyecek kadar işi ileri götürmektedirler. Yozlaşma, insanın nesneleşmesi, özüne yabancılaşmasıdır. Duygularına yabancılaşan insan doğal olarak utanma duygusunu da yitirecektir.

861
Sonuç olarak takma akıl, sokma bilinçle “özgür insana” varılamayacağı açık değil mi? Çoğu insan kendi çocukluğuna, kendi çocuklarına, kendine bile yabancı değil mi? Evet, çocuğu ve çocukluğu tanımıyoruz ama öğrenmek istiyor muyuz?
En büyük gereksinim, çocuğun ve çocukluğun ayrı olduğunu, çocukların yaşam algılarının yetişkininkinden farklı olduğunu sözle değil, özle kavrayan eğitimciler ve yazarlar!…
Kuşkusuz çocuklar yeryüzünün her köşesinde birbirine benzer, kuşkusuz toplumun geleceğidir. Kişilik çocuklukta temellenir.
Geleceğinin bilincine sahip çıkmak her bireyin en başta gelen sorumluluğudur ve bunun adı da çocuktur.
“Torunuma öğreteceğim daha çok şey var.” Yaratıcı ve eleştirel düşünceyi yok sayan dayatmacı bir slogan! Bize püf noktasını verir: Çocukta benlik duygusu ona hayatı öğreterek değil, öğrenmesini sağlayarak kazandırılır.
“Aslanlar kendi yazarlarını yaratıncaya dek tarih hep avcıyı övecektir. Bir Afrika Atasözü”
Bugün hayatın merkezine konan “bütünlüklü insan” değil; başkasına hükmetme, güç sağlayacak bir kazanma hırsı: Para! Ruhunu “Paratanrı!”ya teslim eden insanlık kaçınılmaz olarak özünden uzaklaşacak. Dünyanın liderliğine savunan Amerika’nın, Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde demokrasi ve insan hakları adına yaptıkları ortada. Bu zihniyet yapısını iyi okumak gerekir; çocukluk anlayışını, çocukluk bilincini… Yalnızca sonuçları değil, onu ortaya çıkaran nedenleri, hazırlayan koşulları anlamadıkça kendimizi bir bilinmezliğe terk etmiş oluruz. Dünyayı kendi gözlerimizle mi okuyoruz, yoksa bize takılan gözlüklerle mi? Bizim olmayan gözlüklerle… Bu anlayışın dünyayı ve insanlığı götüreceği nokta üzerine en son ne zaman düşündük?
İlkçağda kahraman olmak onurdu. Hep güçlü ve kral olmak üzere yetiştirilen Aristo’nun öğrencisi olan İskender için ruhunun en derininde yatan istek, dünyanın tek hakimi olarak adını tarihe yazdırmaktı. Benliğini bu duygu üzerine kurmuş, kişiliği bu anlayışa göre biçimlenmiş İskender için bu istek doğaldı. Zaferden sonra, “Tarih cesurların yanındadır” diyen Büyük İskender, Büyük Pers İmparatorluğunu yıktığında henüz yirmi beş yaşındadır. Kanın gövdeyi götürdüğü zaferinin sonundaki şu sözü ne anlama gelir: “Barbarları özgürleştirdim!” Ortadoğu’da özgürlük için kan akıtanların söylediklerine ne kadar da benziyor. Ya kadınlar! Eşlerinin onun için anlamı sadece tahtı için bir varis doğuracak olmalarındaydı. Otuz iki yıllık ömründe savaş meydanlarında hep yanında olan büyük aşkı Hepaistian sorar -İskender’i, büyük İskender’den korumak üzere-:
– İskender! Zaferler kazanmaktan, İskenderiye’ler kurmaktan başka, içinde güç alacağın başka kaynak yok mu?
İskender gözbebeklerinde çakmakta olan zafer pırıltılarıyla ona bakarak: – Ne gibi?
- Sevgi! der Hepaistian, sevgi. Hiç sevgiden güç almayı düşündün mü? Hayır düşünmemiştir, düşünmeyecektir de…
– Tarih cesurların yanındadır, diye yanıtlar çocukluk aşkını ve onuncu İskenderiye’sini kurmak üzere yeniden sefere çıkma kararı alır.
Tarih hep güçlüden, egemenden yanadır; hep güçlüyü, egemen olanı yazmıştır. Ezilenler ve yoksullar hep toprağın altındaki gölgeler olarak kalmıştır. Mısır’da piramitlerin yapımında çalışan binlerce işçinin çocukluğunu kim önemsemiştir? Bunu bir papirüsten okuyalım: “Sana duvarcıyı, duvarcının çektiklerini anlatayım mı? Hava nasıl olursa olsun, duvarcı beline kadar çıplak çalışmak zorundadır. Kolları çalışmaktan bitkindir; yiyeceği pisliğiyle yan yana durur; parmaklarından başka ekmeği olmadığı için kendi kendisini yer. Çok yorgundur, çünkü her zaman bu yapıya taşınması gereken koca koca taşlar vardır; bu ay ya da gelecek ay, yapı iskelesinin ta tepesine, ev bittiği zaman bir demet nilüfer çiçeği yerleştireceği yere taşınması gereken bir taş parçası vardır. İş tamamlanınca duvarcı ekmeği varsa evine döner,ama bu arada çocukları büyük bir yoksulluk içinde kalmışlardır.”(11)
Dünyanın yeniden biçimlendirilmesi çocukluğa bağlıdır.
21.yüzyılda gelinen noktaya göz atalım: Günümüzde 200 milyon çocuk işçi çalıştırılmaktadır. Seks kölesi çocuklar, porno endüstrisini canlandırmakta, işçi çocuk köleler kilitli kapılar, demir kafesler ardında
862
uygar Batı’nın büyük şirketleri için ucuz iş gücü kaynağı olmakta, Uzakdoğu’da çocuklar futbol toplarını minik elleriyle içinden dikerken ateşli futbol karşılaşmalarındaki vazgeçilmezliklerini ortaya koymakta, dünya pazarında söz sahibi olmak isteyen Çin’e ucuz üretimin kotarılmasına destek vermekte, Afrika’da çocuk asker olarak savaşmakta, Ortadoğu’da “Büyük Ortadoğu Hayali” için bombardımanlarda ölmektedir.
Türkiye’de ise bir yandan sokak, kapkaç, uyuşturucu, dilenci çetelerinin pençesinde, bir yandan sigortasız “çocuk işçi” olma kıskacında, öte yandan da mezun olduklarında iş güvenceleri olmamasına karşın, bilgi çuvalına dönüştürülmüş yığınlar olarak önce üniversite kapılarında; sonrasında büyük bir kısmı işsiz, bir kısmı da kimlik bunalımlarıyla baş başa, yaşamdan kopuk, kuru akademik bilgilerle donanmış doktora, ileri doktora öğrencileri olarak -duyuşsal gelişimi hep göz ardı edilmiş, hiç tümlenemeyecek benliklerindeki kopan fırtınalar cabası- üstün bilişsellikleriyle küreselleşmeye destek olacaklardır.
Duyuşsal düzeyi bilişsel gelişiminin çok gerisinde kalmış, hesapçı bir anlayışa sahip, insanı araç olarak kullanan, yaşamın merkezine bütünlüklü insanın konmadığı bir dünyada yaşıyoruz.
İlginç olan bunun yine insana ait bir dayatma oluşu! Dünya bir gezegen olarak çocukluğunu tamamlamış ve hatta iyice yaşlanmış; ya insanlık? “İnsanlığın çocukluk tarihine” bakarsak, çocukluk, hiç yaşamadığı bir dönemden aydınlanma felsefesiyle doğup emeklemeye başlamış; ama bugün yetişkin ile çocuk arasındaki çizginin yok olduğu bir noktaya gelmiştir. Artık “çocuk olmayan çocuklar” vardır. Öyle anlaşılıyor ki yükselen teknoloji ile özünü yitiren insan, geleceğin bilişsel yanı ağır basan, kendine bile yabancı insanın atası olacaktır.
İnsanbilimine göre soyut düşünme yeteneği olan tek canlı olan insan, öyle görülüyor ki on bin yılda önemini anlamadığı için bir türlü dönüştüremediği “çocukluk anlayışı nedeniyle” özünden uzaklaşmaktadır; duygusal zekası körelmekte, bilişsel açıdan üstün bir canavar soyuna dönüşerek yeni evrim basamağındaki yerini hazırlamaktadır.
KAYNAKÇA
Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi cilt 13, Ana Yayıncılık AŞ.
Atabek, Erdal, “2000’li Yıllarda”, Cumhuriyet Gazetesi, 2006.
Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, cilt 21, Milliyet Yayıncılık A.Ş.
Cüceloğlu, Doğan, İçimizdeki Çocuk, Remzi Kitabevi 1993, İstanbul.
Çetiner, Mustafa, “Çocuk ve Şiddet”, C. Bilim Teknik.Yıl:19, sayı:972,2005.
Çığ, Muazzez İlmiye Çığ, Kur’an, İncil ve Tevrat’ın Sumer’deki Kökeni, Kaynak yayınları, İstanbul,
2006.
Eflatun, Şölen, çev:Azra Erhat, Sabahattin Eyuboğlu, Remzi Kitabevi, 1998,İstanbul.
Elias Canetti, Sözcüklerin Bilinci, çev:Ahmet Cemal, Payel Yayınları, İstanbul 1984.
Exupery, Antoine de Saint , Küçük Prens, çev: Fahrettin Arslan, Hece Yayınları, Ankara, 2004. Exupery, Antoine de Saint , Küçük Prens, çev: Ülker Baykal, Übl Yayınları, Ankara, 2003.
Fischer, Ernst, Sanatın Gerekliliği, çev:Cevat Çapan, Payel Yayınevi, s:130, İstanbul,2005.
Gençtan, Engin,Psikanaliz ve Sonrası, Maya Yayınları, Ankara1984.
Gogol, Taras Bulba, çev:Mehmet Özgül, Cumhuriyet Dünya Klasikleri Dizisi,2000.
Kramer, Samuel Noah Kramer,Tarih Sümer’de Başlar, çev:Hamide Koyukan, s:21-32, Kabalcı
Yayınevi, Aralık 2002.
Onur,Bekir, Türkiye’de Çocukluğun Tarihi, İmge Kitabevi, 2005.
Platon, Devlet, çev:Sabahattin Eyüpoğlu-M.Ali Cimcoz, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,10.Baskı,
s:151-173, 2006.
Postman, Neil, Çocukluğun Yokoluşu, çev:Kemal İnal, İmge Kitabevi Yayınları, 1995.
Sever, Sedat, “Çocuk Kitaplarına Yansıtılan Şiddet” , Çocuk Edebiyatına ve Çocuk Hekimliğine
Yansıyan Şiddet Sempozyumu, Osmangazi Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, 2002.
Şirin, Mustafa Ruhi, “Çocuk Modernleşmesi, Çocuk Edebiyatı ve Çocuk Edebiyatına Yansıyan Şiddet”, Çocuk Edebiyatına ve Çocuk Hekimliğine Yansıyan Şiddet Sempozyumu, Osmangazi Üniversitesi
Yayınları, Eskişehir, 2002.
“Video Oyunları ve Şiddete Yatkınlık”, Nöroloji, C. Bilim Teknik.Yıl: 19, Sayı:955, sy7. Yapıcı, Mehmet, “Bir İnsan Olarak Çocuk”, C.Bilim Ve Teknik dergisi, Yıl:19, sayı:974, 2005. Yörükoğlu, Atalay, Çocuk Ruh Sağlığı, Özgür Yayın Dağıtım, İstanbul, 1989.
http:// www.hukuki.net/www.saglikhukuku.net/haber

863